Bu röportaj Istanbul Art News
Şubat 2019 sayısı için Ali Gazi ile yapılmıştır.
Sorular sordukça fazlalıklar kendiliğinden gidiyor
Dile ve onun temel öğeleri olan ses ve harflere vurgu yapan “Ses-li Harfler | Ses-siz Harfler” serginizin çerçevesini açar mısınız?
Mustafa Kunt (M.K.) : “Ses-li Harfler | Ses-siz Harfler” sergisi için yaklaşık 6 aydır çalışıyoruz. Çalışma başlangıcında bizim için belirli bir tema yoktu ve başlık daha sonra ortaya çıktı. İstanbul’da ki ikinci kişisel sergimizi yapıyor olacağız. Yurtdışında yaşamamıza rağmen gazeteler, haber ve tartışma programları olsun farklı mecralardan gündemi yakından takip ediyoruz. Yaklaşık 2 yıldır da nedense Özlem’le birlikte programları izlememeye ve gündemi takip etmemeye başladık.
Özlem Günyol (Ö.G.) : Çünkü gitgide bilgi kaynakları eksilmeye başladı. Daha önce çok sayıda ve farklı kaynaklardan beslenirken zamanla alternatifler azalmaya ve yaşadığımız “sessizleşen harfler” gibi “bilgi edinememe” haline dönüşmeye başladı. Fakat giderek kaynaklar azaldı! Hemen hepsi koro halinde, birden aynı şeyleri söylemeye başlayınca, teker teker ve yoğun takibin anlamı kalmadı. Yani onlar azaldılar aslında biz azalmadık! Yine de sergi için, uzakta olmak ve kendi günlük hayatımız içinde yaptığımız gibi sürekli bir “takipte olma halinden” çıktık yola. Konuşanlar, konuşamayanlar, çok veya az konuşanlar gibi ses ve sessizlik etrafında şekillenen işler çıktı ortaya. Yine de takibi bıraktığımız zamanlarda, bunun bir projeye dönüşmesi gibi bir fikrimiz yoktu. Zamanla ve bilinçsiz bir şekilde kendiliğinden oluştu diyebilirim.
M.K. : Tabi bu noktada 2 yıl öncesine kadar hemen her kaynağı takip ettiğimiz dönemde hiçbir şekilde eser yapmamıştık. Üretmek için bir bekleme-beslenme süreciydi. Fakat sonrasında böyle bir sergi kurma fikri tek bir eserle başladı, o bir diğerini doğurdu ve böylece devamı geldi.
Sergide karşılaşacağımız eserlerinizden bahseder misiniz?
M.K. : Sergi iki farklı mekan olarak kurgulanıyor. Galerinin ana mekanında bizi siyah bir kaide üstünde minimal ve soyut görünümlü çelik bir büst karşılıyor. Renato Bertelli’nin 1933 tarihli “Continous Profile” isimli yapıtını yorumluyoruz. 360° dönebilen profiliyle, onu her yöne bakan, her şeyi gören ve dolayısıyla da etrafındaki her şeyi kontrol edebilen tanrısal bir göz olarak tasvir eden orijinal iş, “Il Duce”ye sunulduğunda büyük beğeni kazanmış, öyle ki faşist lider bu büstün resmi büstü olarak çoğaltılmasını emretmiş.
Ö.G. : “Mr. Bertelli, you are right. The profile still continues.” adlı işimiz orijinal eserin ismine bir cevap olarak üretildi diyebiliriz. Çünkü bu kafa yapısı potansiyel olarak halen var ve devam ediyor. İşin teknik olarak tornada “döndürülerek” üretilmesi de bir örtüşme yaratıyor. Etrafında dönen, döndükçe hızlanan ve hızlandıkça insani doğasından çıkıp makineleşen soğuk bir yapı var. Dolayısıyla asıl eserde belki provokatif olan yön, bizim yorumumuzda anonim ve parlak bir kafatası olarak ele alınıyor.
“Cezalı Harfler” 2018 yılının 1 Mayıs’ında valilik tarafından sokağa çıkması yasaklanmış olan sloganlardan yola çıktı. Videoda yasaklanan harf gruplarının organize olarak bir araya gelememelerini ve durmaksızın gezinmelerini görüyoruz. İş kısaca harflerin her an birleşerek kelimelere, kelimelerin ise cümlelere dönebilme potansiyelini irdeliyor.
Ana mekanda altı tane yeni eser var ve işler genel anlamda dilin sembolizmini devam ettiriyor. Mesela 10×15 cm gibi küçük bir sözlük formatında tasarladığımız “M” işinde 2018 yılı boyunca Türkiye’de basılan yüz bin üzeri tirajlı ilk 13 ulusal gazetenin manşet ve birinci sayfa haberlerini günbegün tarayarak çıkardığımız sözcükler havuzundan 365 sayfalık bir günlük oluşturduk. “M” aynı zamanda medya, manşet, manipülasyon gibi kavramlara da referans bir eser çünkü kurum vb. muhataplarını kaldırdığımız, sadece kelimelerin olduğu bir çalışma.
M.K. : Bu yönüyle belirsiz ve anonim bir yapıda ve algılayanın taraf olmasını ortadan kaldıran hatta belli belirsiz “tedirginlik” veren bir iş oldu. Aslında serginin çerçevesine uygun olarak “çok konuşulanlar”dan yola çıkıp “çok konuşan” veya “çok konuşturulan” bir eser bu. Her sayfada süzgecimizden geçirerek belirlediğimiz bir başlığın altındaki kelimeler, gündemi izleyenlerin fark edeceği-okuyabileceği bir çalışma oldu.
“Deadlock” işinde, galerinin ortasındaki kolonun etrafında dönen “KNOWN – UNKNOWN” kelimeleri yer alıyor. Sütunun dört köşesini kullanmak için özel olarak “O” harfinden kırılarak yerleştirilmiş eser, karşıdan kelimenin tümünü göstermeyen, etrafında döndükçe yeni anlamlar oluşturan ve bu nedenle insanı “çıkmaza” da sokan bir iş. Çapraz açılardan bakıldığında bağlanan ve oyunlu bir havası olan bir eser bu. 2002 yılında Donald Rumsfeld’in Irak’ta bulunduğu iddia edilen silahlar sorulduğunda verdiği “çok şey söyleyip hiçbir şey söylemeyen” cevaptan hareketle üretildi. Bu tip söylemlerin bir açıklama yapmadan bir tür atmosfer veya ortam yaratarak yapılanların bahanesi olarak kullanıldığını da söyleyebiliriz.
“Bildiğimizi Bilmediğiniz Şeyler Var” ise, farklı gazete isimlerinden harfleri kurulan yeni cümlenin malzemesi olarak kullanıyor. Polisiye bir kurgu gibi farklı harf karakterlerinin dizilmesi, failin iz bırakmamak için el yazısını kullanmayışını hatırlatıyor.
Ayrıca galerinin özel gösterim alanında “soyut ve her şeye dönüşebilen” paranın konu edildiği, madeni paraların temsili resimlerini içeren “Maddesel Resimler” serisi ne anlatıyor?
Ö.G. : 2018’in Ağustos ayında Frankfurt’ta yer alan ve işi para olan Essen Eyaleti Yüksek Finans Merkezi’nden bir sergi teklifi aldık. Para tabi ses ve dil gibi çok simgesel ve tamamen kurgusal bir şey. Bizim bütün eserlerimiz adeta birbirlerinden, kendi “geçmişlerinden” referansla üretiliyor diyebiliriz. Ardışık birbirini takip ederek değil de geriden hareketle çıkıyor. Hatta para üzerine yaptığımız ilk iş olan Untitled (money), 2012’de aldığımız Ars Viva ödülü nedeniyle olmuştu. Ödül alan sanatçılardan bir de edisyon üretmeleri isteniyor, biz de edisyon ve değer üzerine düşünen, sanat eseri ve değerine (estetik ve güce) göndermeleri olan minimal bir iş üretmeye karar vermiş ve en küçük para birimi olan 1 Cent’in malzemelerini en büyük madeni para birimi olan 2 Euro oranında (200 adet 1 cent) metal plakalar olarak kestirmistik. O dönem Contemporary İstanbul Fuarı, edisyon bölümü için 1 liranın bileşenlerini de toz şeklinde ürettiğimiz bir çalışmamız olmuştu.
M.K. : Bu noktada tabi mekan klasik bir sergi mekanı olsaydı işleri atölyemizden taşıyabilirdik. Fakat özel bir yer olduğu için mekana bir müdahalemizin olması gerekiyordu. Oraya özgü bir iş üretmek anlamında, paranın bizim bildiğimiz değerinin karşılığı olarak değil, madde olarak yüzdesi ve görüntüsünü resmetmeye karar verdik. Madeni paraların yapımında kullanılan demir, çelik, bakır, nikel, alüminyum, çinko, kalay gibi malzemelere ait metal tozlarını birleştirici şeffaf bir malzemeyle karıştırarak kağıt üzerine taşıdık. Bu metallerin resim yüzeyinde işgal ettikleri alanlar söz konusu madeni parada kullanıldıkları oranlar kadar.
Konunun maddesellik boyutu ve aktarımında kullandığımız, soyut, yapısalcı sanat yaklaşımları ile ekonomi ve güç ilişkileri arasında kesişim noktaları yaratan estetik bir deneyim ortaya çıkarttık.
Konular anlamında dil, aidiyet, kimlik ve daha pek çok dinamik mevcut. Bu ve benzeri konular eserlerinizde belirli arketipler olarak mı işleniyor?
Ö.G. : Arketip bağlamında bunlar bizim tercihlerimiz değil. Genel ve üzerinde çalışalım diye seçtiğimiz özel konular yok. Ne yaşıyoruz diye düşünüyor ve onun üzerinden ilerliyoruz. Tıpkı konuşmamız gibi, bunlar kısaca bizim yaşamımız. Bilerek seçip ilerlemekten ziyade, günlük hayatımızda karşımıza çıkan “ilgi gösterdiğimiz” şeyler. Her şey olup biterken kişisel pozisyonumuz ve ne yaptığımız çok önemli. Örneğin büyük bir göç olayı gerçekleşirken birebir çalışma yapsaydık insan veya sanatçı bağlamında tam olarak ne yapmış olurduk? diye etik sorular sormak durumundayız.
M.K. : Hatta malzeme ve form açısından da belirli şeylere yoğunlaşmamız veya çözüm üretmemiz de söz konusu değil. Önceden tasarladığımız yapı ve süreçler yok. Belirgin bir kararlılıkla hareket etmiyoruz. Sadece bahsettiğimiz bir mesafeden bakıyoruz. Bir şey üretmeye başladığımızda bizi etkileyen şey illa ki hayatımızda karşılığı olan bir şeylere denk geliyor ve uzun süre araştırmalar yaparak çalışıyoruz. Öyle ki bazen ayları bulan çalışma sonunda üretmeyip rafa kaldırdığımız işler de oluyor. Mesela göç olgusu üzerine de ürettiğimiz işler var. Afrika’dan İtalya’ya yıllardır yaşanan göç üzerine projemizi öneri olarak sunmuş hatta ödül almıştık. Sözleşme gereği 2 yıl içinde projeyi gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Hemen arkasından aynı yıl 2014’te Suriye Göçü başladı ve “böyle bir gerçeklik varken, bunu göz ardı edemeyeceğimizi” belirterek, işi iptal ettik.
Bu ikinci serginizde 2015 yılında yine Dirimart’ta açtığınız “an-be an” sergisinden mesafe olarak ne kadar uzaktasınız?
M.K. : Aslında çok uzakta değiliz. O dönemde yine kişisel olarak kendi sorun ettiğimiz meseleler üzerine çalıştığımız için kavram ve duygu olarak yakın eksenlerdeyiz diyebilirim. Hatırladığım kadarıyla Gezi sonrası zamanlardı ve bir şeyler yapma ihtiyacı sürekli oluyordu. Aklımıza pek çok şey gelmesine rağmen kendimizi bilinçli olarak durduruyorduk. Bir şeyleri sıcağı sıcağına ele alırken, “hata” yapma oranınız çok yüksek. Yine 2 yıl boyunca bir birikim yaşadık ve sonrasında Dirimart’taki ilk projemiz “an-be an” gerçekleşti. Burada da paralel biçimde 2 yıllık bir hazırlık süreci yaşadık. Sonuçta malzeme ve biçim farklılaşsa da, üretirken döngüsel bir yapı gelişiyor.
Ö.G. : Şöyle bir ekleme yapabilirim; “bugünün gazete haberi aslında dünün haberidir”den hareketle, şu an çalışıp ürettiğimiz şey, hep öncesindeki süreçlerin sindirilmesiyle ortaya çıkıyor. Zamansalda olsa hep bir mesafe tercih ediyoruz.
Eserlerin alt başlıklarıyla aldıkları sözler ve dile getirdiklerine baktığımızda, ortaya bazen belirgin kurguları çıkaran “yapısalcı” veya bu kurguları parçalayan “yapı-sökümcü” yaklaşımlarınızı görüyoruz, yanılıyor muyum?
Ö.G. : Burada en önemli şey, neyin üzerine çalışıyorsak birebir onun kendi “içsel” potansiyelini kullanmaya özen gösterişimiz. Dışsal öğeleri, elemanları, bağlamları atıp o şeyi “kendisiyle baş başa bırakarak”; tercüme, kodlama, yapı söküm, sınıflama, eklemleme veya üst üste bindirme gibi uygun teknik neyse onu kullanmak, tercihimiz oluyor.
M.K. : Ama başlangıç olarak bahsettiğimiz araştırma süresince bilgi ve görsellerden oluşan bir havuz oluşturduğumuzu söyleyebiliriz. Zamanla çoğalan havuzdaki malzememizi, elemeler yaparak azaltıyoruz. Bir anlamda birikmiş olan malzemeyi, işin oluştuğu son ana, son noktaya kadar yalınlaştırmış oluyoruz.
Ö.G. : Çünkü sorular sordukça fazlalıklar kendiliğinden gidiyor ve “şeyin kendisi” kalıyor geriye. Hala kendisi kalarak yeni ve farklı bir şey söyleyebiliyor üstelik. Bir bayrak direği satın alıp erittikten sonra, mesela bir hemzemin plaka olarak döktüğümüzü düşünelim. Bu durumda bile, halen bütün potansiyelini içinde barındıran bir bayrak direği söz konusu. Sonradan biçimlense de hep potansiyeline uygun bir dönüşüm var. Sergideki “M” işi de böyle örneğin ya da 2018’de İstanbul’da büyük bir dış mekan enstalasyonu olarak gerçekleştirdiğimiz ““AYRIAYRIBİRARADA – harfler, sayılar, noktalama ve diğer işaretler” adlı çalışma. Anayasa metninin tamamı olduğu gibi orada fakat büyük formatlı bir örüntü şeklinde. Kısaca bizim “müdahalemiz” şeylere, kendileri olarak farklı söylemlerde bulunabilmeleri için bir alan açmaya çalışmak, tabir-i caizse “ona bunu söyletmeye” çalışıyoruz.
Tam da burada interdisipliner yaklaşım ve beraber çalışmanızın kolaylık ve zorluklarından bahsedebilir miyiz?
M.K. : Açıkçası iki kişi olarakhareket ettiğimiz ve sürekli birbirimize müdahale ettiğimiz bir durumumuz var. Bu ikililik hali zaten tek başına bir şeylere kapılıp gitmene izin vermiyor. Hatta iş seni sürüklüyor diyebilirim. Özlem’le en başında ortak çalışmamız bir karardan çok belki de beraber olmamız ve beraber yaşamamızdan kaynaklıydı. İlk olarak 2003 yılında Frankfurt’ta gerçekleşecek “354512 cm²” adlı sergiye ayrı sanatçılar olarak davet edilmiştik. Aynı okula giden, 24 saatini birlikte geçirip hayatta kalma mücadelesini paylaşan kişiler olarak, sergi üzerine konuşurken fikirlerimiz birbirine karıştı ve ortak bir iş ürettik. Ara ara ortak iş üreterek 2005’e kadar geldik.
Ö.G. : Kendi adıma, sanki bir sürü farklı seçenek arasından bizim seçimler yaptığımız durumlardan ziyade, böyle evrimleştiğimizi söyleyebilirim. Dirimart’tan çıkacak olan ve son 15 yılımızı kapsayan sanatçı kitabımızda da değindiğimiz gibi, çalışma dinamiğimiz gerçekten de “anlaşmaktan” çok “anlaşamamak” üzerine kurulu. Tabi sonunda form böyle anlaşamadığımız noktalardan oluşuyor. 2007’de Frankfurt’ta gerçekleştirdiğimiz ilk büyük sergimiz “be-cause”dan sonra sürekli birlikte üretmeye başladık.
İçindeki her şeyi ile yaşamı ayrıca çeşitliliğiyle kavramları konu veya referans edinen sanat, ister istemez tarihe, gündeme veya politik olana da kayıtsız kalamıyor. Pratiğiniz içinde politik olanla estetik olan arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Ö.G. : Önemsediğimiz bir denge bu. Eser bir şekilde “slogan atmadan” estetik alanda da bir şeyler söylesin istiyoruz. Çalışmalar yaparken karşılaştığımız göz alıcı detaylar veya tanıdık formlarda da ortaya çıkan estetik bir yön var. Mesela “Maddesel Resimler”i yaparken karşılaştığımız Josef Albers’in renkli eserleri veya Hemzemin işi düşünüldüğünde akla gelen Carl Andre’nin çalışmaları gibi. Sonuçta izleyici bir resim veya sanat eserine yaklaşıp vakit geçirirken, onun hakkında bilgi edinip içeriğini keşfettikçe artık o başka bir şeye dönüşüyor.
M.K. : Politik estetik anlamında formla ilgili bir sıkıtımız olmadığını belirtmeliyim. Temelde sanat tarihinden alışık olup kullandığımız belirli formlar var fakat her seferinde buna içeriğiyle çelme takan bir yan oluyor işlerimizde. İzleyici “ben bunu gördüm, tanıyorum veya grafiksel bir çözüm” diyerek iyi bir örnek olan “Maddesel Resimler”in yanından geçebilir ama içeriğini öğrendiğinde farklı bir anlam katmanı olduğunu görecektir. Bu açıdan işlerin estetik bir deneyimi olması önemli.
Sanat elbette politik olmak zorunda değil –dahası estetik olmak zorunda da değil ya- fakat malzeme politik olunca ister istemez klişe olan karışıyor işe. Hatta didaktik veya slogan atan dolayısıyla kavramsal olmaktan uzak kolaycı şeyler çıkabiliyor ortaya. Bu noktada “ince” bir ayrım olduğu fikrine katılır mısınız?
Ö.G. : Sıcağı sıcağına güncel veya kişisel bir şeyler yaşıyorken öncelikle durduğumuzu ve sanatsal üretim anlamında hiçbir şey yapmadığımızı söylemek isterim. Neden hemen sanat yapalım ki? Ontolojik olarak sanat hayatı taklit ettiğinde, orada “kendisi” olarak var zaten. Kavramsallık noktasında ise bir şeyi ne kadar çok açıklıyorsan demek ki orada kendini açıklayamayan bir şey var. Temel bir kaç şeyi söyleyip geri kalanını işin kendisinin açması önemli. İşleri üretirken de sorgulayıp farkına vardığımız bir ayrım bu. Eğer işi anlatmak için çok konuşmak ve açıklamak zorunda kalıyorsak, demek ki burada bir problem var ve eser “konuşamıyor”. Kavramsal işlerde anahtar olacak bilginin yeterli olacağını düşünüyorum.
Düşünce, sonrasında ses ve nihayet sözün geldiği soyut bir silsilenin, sizin sanatsal pratiğinizde giderek görsel-plastik olarak adlandırdığımız maddi ve somut bir disipline nasıl dönüştüğünü merak ediyorum?
M.K. : Önceki sorudan devamla, elbette bir şeyler yapma ihtiyacı duyuyoruz fakat sokaktakinin de rolünü çalmak istemiyoruz. Böyle bir şeye de hakkımız yok. Yaptığımız sanat ve sonuçta “yapay” bir şey. Öte yandan kavramsal veya metinsel bir yazıyla çalışmak estetik olarak sunmak başka bir şey. Kişisel anlamda çok iyi bir yazar veya konuşmacı değilim fakat gözüme güvenirim! Dolayısıyla o alanda daha rahatım. Görsel-plastik olanı tercih etmemin sebebi de budur zaten. Kavramsal işlerde ise kısa ve öz bir yaklaşımın yeteceğini düşünüyorum. Örneğin “Cezalı Harfler” işi ismen fazlasıyla yeterli ve açıklayıcı; elbette sonrasında anlatmanın ötesinde, iş üzerine daha fazla yorum yapılıp konuşulabilir.
Ö.G. : Yine de başlangıç ve son noktalar arasında çok net anlatılamayacak, son derece kompleks şeyler var. Öncelikle bir şeyler üzerine konuşmayla başlıyoruz. Bir şeyler sürekli gelip giderken veri akışı içinde temel itkimiz iki farklı özne olarak birbirimizle diyaloğumuz. Durup dururken değil de, günlük hayatta olan biten bir şeye bir cevap verme haliyle, bir “muhatap olma” durumuyla yola çıkıyoruz.
Bir tür kopuş olarak Modernizm’in malzeme ve teknik dışında sanata kattığı sorgulayan bakış açıları ve özellikle kavramsal derinlik, günümüz sanatı bağlamında da disiplin olarak çokça karşılaştığımız üretimlere kaynaklık ediyor. Bu açıdan kavramsal -veya kavramsal göndermeleri olan- sanatın temsiliyet potansiyeli hakkında neler söylersiniz?
M.K. : Sanatın, yaşanan şeyin veya hayatın birebir karşılığı olacağını veya temsil edebileceğini düşünmüyorum. Eser kendisini temsil ediyor! Temsiliyet çok geniş bir alan ve biraz problemli. Sanat eserinin temsil anlamında küçük de olsa bir rolü vardır fakat tam anlamıyla gerçeği temsil edebilmesi, her şeyi bir çatı altında toplayabilmesi mümkün değil.
2001’den beri özelde Almanya olmak üzere pek çok coğrafyada farklı deneyimleriniz oldu. Bunların süzgecinden yakın dönem Türkiye’sini –elbette sanatsal ortamını- nasıl gördüğünüzü merek ediyorum?
Ö.G : Her sistem kendi içine kapalıyken aynı zamanda her şey de birbirine değiyor. Dolayısıyla bir şeye dışarıdan bakabilmek, kendine dışarıdan bakmak gibi, çok kolay değil.
M.K. : Türkiye için olduğu kadar yaklaşık 17 yıldır yaşadığımız Almanya’da da ekonomi, siyaset ve sanat burası kadar olmasa da yavaş yavaş değişti. Bazı şeyler birbirinden sandığımız kadar kopuk değil ve sınırlar yok aslında. Çoğu şey birbirini tetikleyerek farklı düzeylerde bir arada olabiliyor. Yine de gücü olan bu tür değişimleri daha iyi kontrol edebiliyor gibi geliyor.