Röportaj: Bir Sanatçı İkilisi: Özlem Günyol ve Mustafa Kunt. Art Unlimited, Sayı XIV, Ocak, 2012
Özlem Günyol / Mustafa Kunt – Sorular
Neylan Bağcıoğlu: N.B.: Eğitiminizden bahsedebilir misiniz? Frankfurt’ta yaşıyor ve çalışıyorsunuz? Orayı seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Özlem Günyol: İkimiz de Ankara Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü’nü 2001 yılında bitirdikten hemen sonra Frankfurt’a gittik. Aslında bizim Ankara’dan ayrışımızın nedeni, akademideki klasik anlayıştan kaçmaktı. Frankfurt’a gitmemizin nedeni ise Städelschule’ydi. Ben, Ayşe Erkmen ile disiplinlerarası sanat okurken, Mustafa da Wolfgang Tillmans ile özgür sanat üzerine çalıştı. Bunun yanında Mustafa aynı zamanda Mainz’daki Johannes Gutenberg Üniversitesi’nde de okudu. Ama Mainz’daki bir sanat akademisi ve Ankara’daki klasik anlayış başka bir şekilde burada da mevcut. Bu nedenle okulu tamamlamadı.
N.B.: Nasıl iş birliği yapmaya başladınız?
Mustafa Kunt: Aslında bu planladığımız bir şey değildi. Başlangıçta birbirimizin projeleri üzerine konuşuyorduk. Zaman içinde bu konuşmalar tartışmalara dönüşmeye başladı. İlk ortak işimizi 2003 yılında davet edildiğimiz bir sergi için yaptığımız tartışmalar sonucunda gerçekleştirdik. Bu sergiden sonra 2 yıl kadar bireysel çalışmalarımıza devam ettik. Sonrasında 2005 yılında “Scenes”, “Foreignness” ve “Section 1” işlerini gerçekleştirdik. Zaman geçtikçe birbirimizin projelerini üretim sırasında ve hatta öncesinde tartışmaya başladık. Bir süre sonra fikrin ya da çözümün kime ait olduğu gitgide bulanıklaşmaya başladı. 2007 yılında Frankfurt Basis’te gerçekleşen ilk büyük kişisel sergimiz “Be-cause”un kurumu ve bu sergi için ortaklaşa yaptığımız projeler sonrasında beraber çalışmamız devamlılık kazandı.
N.B.: “Bitmeyen Karalama” (Ceaseless Doodle) adlı çalışmanız geçtiğimiz yıl Tütün Deposu’ndaki “Fikirler Suça Dönüşünce” sergisinde gösterilmişti. Bu çalışmadan bahsedebilir misiniz biraz?
Ö.G.: “Bitmeyen Karalama”yı ilk defa 2009 yılında Kunsthalle Mannheim’da gerçekleşen “Hector Preis” sergisi sırasında duvara çizdik. Türkiye’de ise ilk defa “Fikirler Suça Dönüşünce” sergisinde gösterildi.
Bu çalışma için dünyadaki tüm ülkelerin sınır çizgileri A4 boyutunda kağıtlara tam sayfa olarak basıldı. Böylece Lüksemburg gibi alanı küçük ülkelerle Kanada ya da Çin gibi büyük ülkeler eşitlenmiş oldu. Tüm bu görüntüler şeffaf kağıtlara çizildi, taranarak bilgisayara geçirildi ve daha sonra duvara yansıtılarak üst üste çizildi. Bunun dışında işin başlığını ele alırsak, ülke sınırlarını karalama eylemiyle birleştirmek de bizim için önemliydi. Burada işin ismi birbirine tamamen zıt iki çizim şeklini bir araya getiriyor: Sınır çizmek ve karalama yapmak. Karalama sırasında kişi devamlı, amaçsız ve çizilen şeye konsantre olmadan bir çizim oluştururken, sınır çizimlerinde bu durum son derece hesaplı bir şekilde gerçekleşiyor.
N.B.: “Bitmeyen Karalama” bu seneki İstanbul Bienali’nde de sergilendi. Bu aslında bir üçlemenin parçası değil mi? “Bayrak-lar” (Flag-s), “Bitmeyen Karalama”, ve “Uğultu” (Hullabaloo). Bu üçlemeyi ve bienale çağırılma sürecinizi anlatabilir misiniz?
Ö.G.: Bu üçleme dünyadaki tüm ulusal bayrakları (Bayrak-lar), dünyadaki tüm ulusal sınırları (Bitmeyen Karalama) ve dünyadaki tüm ulusal marşları (Uğultu) içinde barındırıyor.
“Bayrak-lar” işi icin tüm ulusal bayraklar ink-jet printer yardımıyla tek bir kâğıda üst üste basıldı. Sonuç: Siyah bir kare. “Bitmeyen Karalama’da tüm ülke sınırları üst üste çizildi ve ortaya görsel bir kakofoni çıktı. “Uğultu”da ise tüm ulusal marşlar üst üste bindirildi ve sonuçta rahatsız edici bir ses yaratıldı. Bu çalışmalarla ülkelerin bayraklarını, sınırlarını ve milli marşlarını bir arada sunarak anlamlarını kaybettiriyoruz.
N.B.: Kimlik ve sınırlar -özellikle de coğrafi ve kültürel açıdan- üzerinde çalıştığınız konular değil mi? Neden?
Ö.G.: Aslında biz kimlik ve sınırlar üzerine çalışmayı seçmedik. Bütün bu meseleler ve yarattıkları sorunlarla bir şekilde mücadele etmek zorunda kaldığımız için üretimlerimiz çoğunlukla bu konular üzerine oldu. Bir de hem Frankfurt’un hem de Städelschule’nin %35-40’ını yabancı nüfus oluşturuyor. Bu melez yapı bize farklı bakış açıları kazandırdı diyebiliriz. Bunun da dışında belki de en önemli neden başka bir ülkede yaşam mücadelesi vermek oldu. Yabancı olma durumu hem hayatla hem de sanatla olan ilişkimizi tamamen dönüştürdü.
N.B.: Kosova’da tam da bu sınır konusuna parmak basan işinizi sergilediniz ve altına özellikle herhangi bir bilgi ya da açıklama eklemediniz. Sınırından girmesi kolay ama çıkması zor bir ülke olması sizi nasıl etkiledi ve bu çalışmanın gelişimine ne yönde katkı sağladı? Bu çalışmadan bahsedebilir misiniz?
M.K.: “Scenes” projesini 2005 yılında “Academy Remix. Städelschule, Frankfurt meets Missing Identity, Pristine” projesi kapsamında gerçekleştirdik. Bu proje sayesinde 6 ay içerisinde 2 kere Pristine’de kalma şansımız da oldu. Aslında Kosova’ya gitmeden önce “Scenes” projesine genel hatlarıyla karar vermiştik. Çünkü çok yakın zamanda olan savaş ve Kosova’nın o zamanki belirsiz pozisyonu açısından bu projenin duygusal yoğunluğu bizim için çok yüksek. Mesela nefes alırken o aldığın nefesi veremediğin için boğulduğunu düşün. Bizim istediğimiz hem nefes alan hem de verebilen bir şey yapmaktı. Bu nedenle Kosova’nın her bir sınırına giderek sınırları herhangi bir evin duvarında asılı olabilecek klasik birer manzara fotoğrafı gibi fotoğrafladık. Fotoğraflar her seferinde Kosova’dan dışarıya doğru çekildi ve daha sonra 3*4,5 metre boyutlarında basılarak şehir merkezinde sergilendi. Kamusal alanda fotoğrafların içeriğiyle ilgili bir bilgi vermedik çünkü orada hiç kimsenin sınır problemini hatırlamaya ihtiyacı yoktu. Güzel birer manzara fotoğrafı olmaları yeterliydi.
N.B.: Çalışmalarınız çoğunlukla bir nevi milliyetçilik eleştirisi. Ama bunu sert ya da muhalif bir biçimde provoke ederek yapmıyorsunuz. Bu da seyirciyi daha iyi yakalamanızı sağlıyor ve onları çalışmalarınız ile birebir ilgilenmeye itiyor…
Ö.G.: Evet doğru. Kimseyi ya da hiçbir şeyi parmakla göstermiyoruz. Bunu yapmıyoruz çünkü bir şeyi direkt olarak göstermenin (çoğu zaman) karşısında durduğumuz şeyin kendisine benzeme riskini taşıdığını düşünüyoruz. Bunun yerine genellikle karşısında durduğumuz şeyin sadece kendisini kullanarak estetik çözümlemelerle anlamını manipülasyona uğratıyoruz, başka bir şeye dönüştürüyoruz. Yani tanımını ortadan kaldırıyoruz. Bu da bize o şey hakkında söylemek istediğimiz söz için bağımsız bir platform yaratıyor. Tabii bunu yaparken sanat tarihinin bilinen görsellerini ya da formlarını da kullanıyoruz. Bu da izleyiciye zaten tanıdığı bir görsele yaklaşma rahatlığını veriyor. Tabii işin öteki yüzü yani konsepti bu aşamadan sonra devreye giriyor. Çünkü işe yaklaştıkça ya da onunla vakit geçirdikçe aslında o formal tanımın nasıl oluştuğu ya da aslında ne olduğu ortaya çıkmaya başlıyor.
N.B.: Sanatın, belirli bir alanında sınırlı kalmıyorsunuz. Enstelasyon da yapıyorsunuz video da. Bu neye bağlı ve sizi daha özgür kılıyor mu?
M.K.: Açıkçası bu durum bizim işlerimizde her proje için farklılık gösteriyor. Tercihleri bizden çok üzerinde çalıştığımız fikrin ihtiyaçları yönlendiriyor. Böyle olunca klasik monokrom bir resim, bir video, bir enstalasyon ya da performans ağırlıklı bir çalışma da yapabiliyoruz. Bunun yanında bir aktör, dansçı ya da bir özel dedektifle de ortak çalışabiliyoruz.
N.B.: Dedektif mi?
Ö.G.: Evet. New York Metro istasyonlarında yer alan “If you See Something, Say Something” yazılarına karşı “Suspicious Activities” (Süpheli Hareketler) başlığı altında yaptığımız Male Subject & Female Subject (Bahsi geçen Kadın & Bahsi geçen Erkek) çalışması için profesyonel bir özel dedektiflik bürosuyla çalıştık. Kısaca bahsetmek gerekirse: New York metrolarında sürekli olarak karşılaştığımız “If you See Something, Say Something” (Bir şey Görürsen, Bir şey Söyle) yazısı bize her bireyin etrafını gözetleme ve şüpheli gördüğü hareketleri ihbar etme sorumluluğu olduğunu söylüyor. Fakat eğer herkes etrafını gözetlerse, gözetimin merkezinde aslında gözetleyenin kendisi var demektir. Bu da dolaylı olarak her bireye kendi hareketlerini kontrol etmesi gerektiğini söyler ve hem kanun yoluyla hem de kamu tarafından gözetim altında olduğu mesajını iletir.
Bu bakış açısıyla yapmaya karar verdiğimiz proje için New York’ta beraber çalıştığımız kurum olan Residency Unlimited’den ICORP Dedektiflik Bürosuyla kontağa geçmelerini ve bizi 1 günlük bir süre için izletmelerini istedik. Burada dedektif bürosundan istenen en önemli şey gözetimin son derece detaylı bir şekilde yer ve zaman gösterilerek hem video hem de yazılı olarak belgelendirilmesiydi. Böylece; sıradan bir günümüz bir özel dedektif raporuna çevrildi ve bu rapor sıradan bir günü şüpheli bir duruma dönüştürdü.
N.B.: Contemporary İstanbul fuarına özel bir çalışma yaptınız. İki adet de daha önceden yaptığınız çalışma ile bir arada sergilendi bu iş. Yeni çalışmayı biraz anlatabilir misiniz? Ve diğer iki çalışmanın burada olma sebebi neydi?
Ö.G.: Her ne kadar fuar alanı olsa da bu Türkiye’de gerçekleştirdiğimiz ve seçimlerimizde tamamen özgür bırakıldığımız ilk kişisel sunum. Bu nedenle mekânı kurgularken kendimize burada “ne söylemek istiyoruz?” sorusunu sorduk. “On the Stage” (Sahnede) ve “Persuasion Exercises” (İkna Egzersizleri), işlerini sergilemeye böyle karar verdik. Her iki işi de kısaca açıklamak gerekirse: “On the Stage” (Sahnede) videosunu 2010 yılında İstanbul’da “Invisible Play” isimli 10 günlük bir workshop sırasında yaptık. Basında yer alan savaş ve eylem fotoğraflarından yola çıkılarak oluşturulan bu çalışma için zor durumda kalmış insanların vücut hareketlerini içeren 17 adet çizimi bir dansçıya verdik. Dansçıdan bu hareketleri birbirine bağlamasını ve bunu yaparken de her hareket için yaklaşık 5 saniye kadar pozisyonunu korumasını istedik. Ortaya çıkan sahneyle amaçlanan savaş ve gösterilerde zor durumda kalan insanların bir anlığına anıtsal bir platforma taşınmasıydı. “Persuasion Exercises” (İkna Egzersizleri), 2011 ise Mayıs ayında seçimlerden hemen önce kamusal alanda (Ankara, Yüksel Caddesi) gerçekleştirdiğimiz bir çalışma. Bu proje için bir aktörle beraber çalıştık. Aktöre, Haziran seçimleri için parti liderlerinin propaganda posterlerinde verdikleri pozları göstererek ondan bu pozları yeniden canlandırmasını istedik. Sonrasında her bir poz tekrar fotoğraflandı ve damga gibi grafiklere çevrilerek vücut egzersizlerini gösteren grafiklerde olduğu gibi numaralandırıldı. Bu iki işe karar verdikten sonra yeni yapacağımız proje bizim için netleşti.
M.K.: Fuar için yaptığımız yeni projemizin ismi “İlk günkü kadar taze”. Bu çalışma için T.C. Anayasası’nın içerisinde bulunan her bir harf, sayı ve noktalama işareti metin içerisindeki konumları değiştirilmeden birbirlerinden ayrıldı ve 53 kitaba çevrildi. Böylece anayasa, yazının temelini oluşturan elemanlara indirgenmiş oldu. “İlk günkü kadar taze”, ilk okulda okuma yazmayı öğrenirken harf, rakam ve noktalama işaretleriyle ilk defa tanıştığımız zamana referans vererek anayasayı hayali kurgulara açık bir platform haline dönüştürüyor.
Bu serginin kurgusu da bizim için önemli. Çünkü; bir tarafa politikacıları, bir tarafa eylemlerde zor durumda kalan insanları, ikisinin arasına da anayasayı yerleştiriyoruz. Bu şekilde anayasa çoğunlukla yasal ve yasadışıyı temsil eden görsellerin hemen ortasında duruyor.
Bütün bunların yanında aslında bu üç çalışmanın en önemli ortak noktası üçünün de dille ilgili olması.
N.B.: Gelecek programınız nasıl? Sırada ne gibi sergiler var?
Ö.G.: Yıl boyunca Frankfurt dışındaydık. 3 ay Dublin’de ve hemen sonrasında da 6 ay boyunca New York’ta kaldık. Daha sonrasında da vaktimizin çoğu Türkiye’de geçti. Uzun süredir yaşadığımız şehirden uzak kalmak doğrusu bize çok iyi geldi. Bu yüzden önümüzdeki yıl içerisinde de biraz dolaşmak ve kendimize Frankfurt’un dışında çalışma ortamları yaratmak istiyoruz. Bu şu anda sadece bir istek tabii. Bunun dışında 2012 yılı içerisinde bazı kişisel ve grup sergilerimiz olacak. Ama şu anda en yakındaki sergi Şubat ayında Londra’da Parasol Unit’te katılacağımız bir grup sergisi.